Sanat tarihi fikriyle ilk tanışmam, kitap kapağı görsellerinde klasik resimler de kullanan yayınevlerinden Can Yayınları sayesinde oldu. Zemini beyaz olan kapakta yer alan görsel, günümüzün Instagram boyutlarında, tasarım devamlılığına uyması için de büyük ihtimalle kenarlardan tıraşlanmış olurdu. Bir Can Yayınları kitabını elime alır almaz, künyeyi açıp kapak resmini kimin yapmış olduğuna ve yapılış tarihine heyecanla baktığımı hatırlıyorum. Kitaplar, içeriklerinin büyüsüne ek olarak, her seferinde yeni bir ressam keşfedeceğim bir sanat tarihi ansiklopedisine dönüşmüştü.
Modigliani’ye esas girişim, sanat tarihinde artık tercihlerim kendini belli etmeye başlayıp, kendimce bir takım okumalar yapmaya başladığım ergenlik yıllarımda gerçekleşti. Biyografilerinde, hatta gazetelerin kuponla verdiği en “hap” bilgiler içeren sanat tarihi kitaplarının ansiklopedik maddelerinde bile mutsuzluğu ile tasvir edilen ressamın hayatı, resimlerinin önüne geçti, bir süre sonra resimlerine biyografik bilgiler dışında bakamaz oldum. Resimlerinin ana karakterleri kadınlar da, Modigliani’nin “hayatı”nın ağırlığı altında yavaş yavaş silindi. Modigliani’nin ‘hayatı’nın, resminin bu kadar önüne geçmesinin sebebi büyük oranda pazarlanma stratejisinin ürünü olsa da, resimlerine şu an baktığımda bile kadınları hâlâ göremeyişimin sebebinin biraz da ressamın kadınları var etme/etmeme tercihi olduğu aşikâr. Belki de bu yüzden biyografi yazmak ve portre yapmak birbirine benzer edimler: Kadraj, betimlenen, dahil edilen ve edilmeyen gibi seçimler aslında icracıları hakkında çok daha fazla bilgi verebiliyor.
Batı sanatı tarihinin resmeden erkek ve resmedilen kadın denkleminde, ressam ve modelinin birlikte var olabildikleri ender örneklerden biri, ünlü bir kadın yazarın, ünlü bir erkek ressam tarafından yapılmış portresi: 1945 tarihli Giorgio de Chirico imzalı “Clarice Lispector’un Portresi”. Ancak “keşif” hikâyemin biraz daha farklı gerçekleştiğini itiraf etmeliyim. Lispector’a, dille kurabildiği akışa ve akışta kurduğu bilinçli sektelere zaten hayrandım. İngilizce’ye çevrilmiş bir toplu öyküler kitabının kapağında rastladığım portresinin ressamının de Chirico olduğunu ise künyeden öğrendim.
Portrede, Clarice Lispector, Giorgio de Chirico’ya meydan okurcasına bakıyor. Seksapalitesi fazlasıyla giyinik olmasına rağmen belirgin. Resmin yapıldığı tarihlerde büyük olasılıkla takdir edilmeyen bakışlarındaki femme fatale cüret, de Chirico’nun otoportrelerinde bile yok. De Chirico belli ki otoportre tasvirlerinde kendisinden esirgediği özgüveni, Clarice’e yakıştırmış. Ressam, Clarice’in hayatında olduğu kadar –1943’te, 23 yaşında yazdığı ilk romanıyla Brezilya’nın en prestijli ödüllerinden birinin sahibi olan bir kadından bahsediyoruz– tuval üzerinde de kendisini var etmesine izin vermiş, bunu yaparken de, de Chirico olarak kalabilmiş.
Clarice Lispector’un yazarlık kariyerinin ortalarına kadar “var olduğunu” ispatlamak zorunda kaldığı düşünülünce, portre de farklı bir okumaya kapı açıyor: “Clarice Lispector’un Portresi”, Lispector’un takma isim olduğunu öne sürenlere ve hatta takma ismin arkasında bir erkek olduğuna dair yayılan spekülasyonlara karşı bir de kanıt oluşturuyor. De Chirico, Portekizceyi ustalıkla kullanan, Ukraynalı Yahudi orta sınıf bir göçmen ailenin kızının var olduğunu portreyle ilan ediyor: “Clarice Lispector yaşıyor!” De Chirico’nun portresinin Lispector’un varlığına ilişkin spekülasyonları nihayete erdirip erdirmediği meçhul, ama Clarice Lispector’un yaşadığını kadın okurları başından beri biliyordu bence. De Chirico olsa olsa, önce kendisini, akabinde de diğer erkekleri Clarice’in varlığına ikna etmiş olabilir.
* Bu yazı Taner Ceylan’ın düzenlediği Olimpos Sergileri I: Portre sergisi kataloğunda yayımlanmıştır. Düzeltiler için Süreyyya Evren’e teşekkür ederim.